19 Kasım 2015 Perşembe

ZİHİNLERİMİZİN KUMANDASI KİMLERİN ELİNDE*

DİKKAT! -DİKKAT!
ZİHİNLERİMİZİN KUMANDASI KİMLERİN ELİNDE⁉
➖1989 yılı...
Türkiye, ilk defa pizza dükkanlarıyla tanışır.
Türkiye’ye birkaç dükkan açarak pazarın nabzını yoklayan ünlü marka aldığı sonuçla şoka girer.
Bekledikleri gibi olmaz.
Boğazına düşkün olduğu için pizzayı seveceğini düşündükleri Türk tüketicisi, pizzayı sevmez.
Dükkanlar kapatılır.
Geri dönülür.
➖1991 yılı...
Murakami-Wolf-Swenson Productions’ın ürettiği bir çizgi film dünyada büyük ilgi görür.
Yapımcı şirket Türkiye’deki bir özel kanala bu çizgi filmi teklif eder.
Kanal şaşkındır, fiyat gerçekten olması gerekenin %10’udur.
Adeta kapandaki peynir gibi duran bu teklifi kaçırmaz özel kanal.
Yayınlanmaya başlar.
Çizgi film Türkiye’de de çok tutulur.
Oyuncakları, rozetleri, kartpostalları, defterleri ve kitap kapları ile müthiş bir pazarlama da beraberinde gelir.
➖1994 yılına gelindiğinde çizgifilm dizisi milyonlarca çocuğu ve genci etkisi altına almıştır.
Bu çocuklar tuhaf bir biçimde annelerinden pizza pişirmesini istemeye başlar.
Türk anneleri pizzayı nasıl yapacağını bilmez.
Talep gitgide artar.
Derken pizza zinciri dükkanlarını yeniden aktif hale getirir, yeni dükkanlar açar.
Çocuğu yemek yemeyen anneler mecburen pizza sipariş eder.
Liseli, üniversiteli gençler arasında bir itibar nesnesi haline gelir.
Türk mutfağının demode lahmacunu, pidesi terk edilmiş, gençler gruplar halinde pizza dükkanlarına gider hale gelir.
Tesadüfen (!) pizza talebini patlatan bu çizgifilmi çoktan tahmin ettiniz değil mi?
Bravo!
O çizgi film;
“Ninja Kaplumbağalar”
O pizza zincirini de tahmin ediyorsunuzdur, onu da buraya yazmayayım.
Şimdi o çocuklar büyüdü, çizgifilmi ilk izleyenler 30’larına geldi.
İlk jenerasyon genç evli, yeni nesil aile oldu.
Onlardan sonraki jenerasyon şimdilerde üniversite öğrencisi, ya yurtta ya da öğrenci evinde kalıyor.
İlk jenerasyondaki evliler evde yemek pişirmek yerine sık sık şöyle diyor : “Pizza mı söylesek?”
Bir sonraki jenerasyon da yurt odasına ya da öğrenci evine neredeyse her akşam pizza sipariş ediyor.
"İŞTE ALGILARIMIZ BÖYLE YÖNETİLİYOR"
İşte 20-30 yıllık stratejiler çiziliyor, uygulanıyor.
Bizim eğlenceli diye izlediğimiz masum çizgifilmler, diziler, sinema filmleri birtakım fikirlerin beyinlerimize çok daha hızlı zerk edilmesini sağlayan katalizörlerden ibaret.
Ve emin olun, bu bilinçaltı pazarlamacıları, bu algı sihirbazları bize sadece pizza yedirmiyor!..
Bu sadece bir örnekti,
👉Her Amerikan filminde Apple bilgisayarların görünmesi bugünkü Apple çılgınlığının temeliydi.
👉Her filmde sabah işe giderken elinde Starbucks kahve ile koşturuyor olması bugün bir kahveye 15 lira ödüyor olmamızın müsebbibi.
👉Afrika’da ayağında ayakkabı olmadığı için petşişe bağlayan Afrikalı gençlerin elinde içine su doldurulmuş Coca-Cola kutularıyla gezmeleri ve bununla sınıf atladıklarını düşünmeleri de yıllardır Coca-Cola’nın yaptığı “MUTLULUK” reklamlarının sonucu.
🔶Gerçekte mutlu olmayanlar içtikleri içecekten mutluluk akıtmaya çalışıyor işte, başka bir şey değil.
👉Biz hatırlamayız ama babalarımızın hayranı olduğu "Western" (Vahşi batı) filmlerindeki karizmatik kovboyu.
O kovboyun ağzındaki Marlboro 🚬sigarayı babalar bugün hala bırakabilmiş değil.
Etkiye bakar mısınız⁉
İşte bu yüzden unutmayalım;Bize sunulan görüntülerin, reklamların, film ve dizilerin %99’u bir amaca hizmet ediyor.
İnanmadan,
etkilenmeden,
kendimizi kaptırmadan önce,
iki kere düşünelim.

“Bütün uyuyanları 💤uyandırmaya 📢bir tek uyanık yeter” diyordu Malcolm X,
Uyanık olmayana
👎pizzayı da yedirirler,
👎kolayı da içirirler
👎üzerine de bir sigara yaktırırlar!..
Afiyet olsun!


İBRETLİK BİR KISSA..okumalısınız...

MUTLAKA SONUNA KADAR OKUYUNUZ !..
Fatma İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi
isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını
sorduğumda:
"- Fatma" dedi, hiç de çekinmeyen bir tavırla...
Ve ekledi:
"- Eğer beni hafız yapmazsanız, kayıt yaptırmak
istemiyorum."
Böyle tehdit edercesine konuşması, onu
yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:
"- Korkmayın küçük hanım, siz isteyin hafız da
yaparız, hoca da!"
O küçük gözlerinin içi parıldadı birden. Annesi:
"- Hocahanım, çocuk işte, kusuruna bakmayın.
İlle de hâfız olacağım der, başka bir şey demez.
Bizim köyün hocasından duymuş.
Peygamber Efendimiz, "Hâfız olanlara cennette
taç giydirilecek!" buyurmuşlar herhalde. Siz
daha iyi bilirsiniz ya, biz bu kadar duyduk
anladık!"
Kendisini teselli etmek ihtiyacı hissettim:
"- Tabii teyze, ne demek! Keşke herkes sizin
gibi duyduklarını hemen kabul etse de teslim
olsa... Siz hiç merak etmeyin, kızınız önce
Allah'a sonra bize emanet!.."
Kadıncağız elime yapıştı. Öpecekken ellerimi
geri çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini
öptüm. Gözleri yaşardı.
"- Hocahanım bu eller, gözler hep günahlı, asıl
sizinkiler öpülmeye layık!.."
"- Estağfirullâh teyze!" dedim . "O âhirette belli
olur."
Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda
Fatma'nın Erzurum’lu olduğunu öğrendim. Bir
an düşündüm.
"- Küçük nasıl kalacak, bu kadar uzaklarda..."
Zaman ilerledikçe Fatma'nın edepli tavırları
daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri
uykusunun arasında ayetleri sayıklarken
görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken
arada bir bana gelip çeşitli sorular soruyordu.
Birgün:
"- Hocam hâfız olmak için Kur'ân'ı bitirmek mi
lazım?" diye sordu.
Ben de:
"- Tabii ki hepsini ezberleyeceksin ki, "hâfız"
adını alacaksın."
Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey
demek istiyordu sanki... Teşekkür etti ve döndü
arkasına gitti.
Derslerim arasında onlara sürekli Kur'ân
ezberlemekle işin bitmeyeceğini mutlaka
içindekileri uygulamanın gerektiğini
hatırlatıyordum. Talebelerden biri:
"- Hocam" dedi. "Fatma'nın annesi, abdestli
olmayanların hâfızlara dokunamayacağını
söylemiş. Bu doğru mu?" diye sordu.
Çok ilginçti doğrusu. İçimden "mâşallâh!"
dedim. Ve onların sorularına da cevap vermek
için, "Osmanlı zamanında atalarımız Kur'ân'a
ve hâfıza kıymet verdiklerinden öyle yaparmış."
dedim.
Çok hoşlarına gitmişti bu iş. Hepsi âdetâ
kendilerini ulaşılması zor, vitrindeki altın gibi
görüyorlardı.
"Görsünler" dedim kendi kendime... Bu yaşta,
buralara gelmişler. Allah'ın kelâmını
ezberliyorlar, onlara fazla görmem bunu.
Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve
revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma'nın
morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu.
Birgün dersini 2 kez aksatınca sormak zorunda
kaldım:
"- Ne oldu, yoksa anneni mi özledin?"
Sert bir şekilde bana döndü. Solgun yüzüne bir
ciddiyet gelmişti:
"- Hayır", dedi.
"- Öyleyse neden moralin bozuk? Sık sık da
hasta oluyorsun!" dedim.
Yalvarır gibi oldu. Gözleri dolmuştu:
"- Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyip
de gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum.
Allâh'ımdan çok korkuyorum. Buraları terk
edersem, bana âhirette hesabını sormaz mı?"
Dilim dudağım bağlandı. Bir şey diyemedim.
Suçlu bile hissettim, kendimi. O küçük kalbte bu
ne îmandı, Yâ Rabbi! Onu hayranlıkla
izliyordum.
Birgün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek
zorunda kaldık. Bir çok tahlillerden sonra,
arkadaşım olan doktor hanım:
"- Hocahanım, derhal bu talebeyi ailesinin
yanına gönder." dedi.
Şaşkınlıkla:
"- Neden?" diye sordum. Bana:
"- Belki üzülecek, hatta inanmayacaksın ama,
bu talebe "kanser!..".
Âdeta başımdan aşağı kaynar sular
dökülmüştü.
Hastâneden ayrılırken Fatma'ya hiç bir şey
diyemedim. O ise hâlimi anlamış gibi, bana
sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu.
Kulağıma eğilerek:
"- Hocam" dedi. "Azrail insanların canını
alırken nasıldır?"
Ağlamamak için zor tutum kendimi:
"- Mü'min kullara karşı çok güzel bir
sûrettedir." dedim. Mırıldandı:
"- Belki hafız olamam, ama Elhamdülillah
mü'minim!" diye.
Hâfız olmak için Kur'an'ı bitirmek gerektiğini
söylediğimde neden üzüldüğünü şimdi
anlamıştım. Demek ki hastalığını biliyordu.
Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya
başladık. Çünkü artık dayanılmaz acılar içinde
kıvranıyordu. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi
geldi. Fatma yanıma gelerek, mahcûbiyetle:
" - Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim
belki kursa almazdınız!.."
" - Ne demek!.. Nasıl kızarım sana.." dedim.
"Hem sonra, sakın üzülme hâfızlığımı
bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim
seni hâfızlar zümresinden yazmıştır inşâallâh!"
dedim.
Öyle sevindi ki! Sarıldı boynuma:
"- Gerçekten ben şimdi hâfız sayılır mıyım?
Anne bak duydun değil mi?" Hüngür hüngür
ağlıyordu.
Ya Rabbi, bu ne aşktı!
Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu
Fatma, ne güzel bir kul olurdu.
Böylece Fatma'yı gözyaşları ile Erzurum'a
uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra
ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta
içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep
hâfızlık tâcını merak ettiğini, bunun rüyalarına
bile girdiğini yazıyordu.
Birgün sabah namazından sonra telefon çaldı.
Fatma'nın annesiydi karşımdaki ses...
Ağlamaklı bir sesle:
" - Hocahanım Fatma'yı uğurladık. Rica etsem
bir hatim okur musunuz?" deyince, ben de
dayanamadım ağlamaya başladım.
Annesi beni teselli edercesine telefonu
kapatmadan:
" - Size ölmeden önce şunu söylememi istedi",
dedi. Hıçkırarak:
"- Anneciğim, hocama söyle!.. Azrâil
söylediğinden de güzelmiş."
"Ey Rabbim; senin kelamın için yanıp tutuşan,
yoluna yapışıp kelâmına sımsıkı sarılan kulunu,
sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?"↓
Okuduysan Beğen Başkalarıda Okusun diye Paylaş
1 Kez Paylaş


400 sene sonrasına **MEKTUP**

Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Cami´nin 1990´li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıklarını anlatıyor.
“Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.
ŞİŞEDEN ÇIKAN MEKTUP
Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum."
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.
Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.
Okuduysan Beğen Başkaları da okusun diye paylaş lütfen..